Arap devrimleri sürecine başından beri karşı olan Riyad ve Abu Dabi 2011’den bu yana farklı yöntemler ve girişimlerle devrim süreçlerini engellemeye çalışmıştır.
2010’da Tunus’ta başlayan Arap ayaklanmaları Ortadoğu siyasetinde kalıcı bir etkiye neden oldu. Her ne kadar devrimlerle hedeflenen amaçlara henüz ulaşılamasa da gerek bölgesel gerekse de küresel aktörlerin Ortadoğu’ya dair yaklaşımları, politikaları ve gelecek vizyonları ayaklanmaların sonucunda yeniden şekillenmek durumunda kaldı. Halen devam etmekte olan bu dönüşüm süreci sancılı dönemlerden geçerken Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde yaşananlar yüz binlerce sivilin hayatına mal oldu. Mısır’da ise her ne kadar bir iç savaş yaşanmamış olsa da binlerce sivil muhalif karşı devrimci aktörlerin kurşunlarına hedef olurken on binlercesi de demokratik haklarını dile getirdikleri için hapislere atıldı.
Gelinen noktada bölgedeki siyasi dönüşüm ve demokratikleşme girişiminin büyük ölçüde başarısız olduğu görülürken bu durumun arkasındaki aktörlerin bölgeye dair yeni bir siyasi düzen inşa etmeye çalıştıklarına şahit olunmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) arka çıktığı bu yeni siyasi denkleme İsrail ve ABD’nin de güçlü biçimde destek verdiği görülmektedir.
Arap devrimleri sürecine başından beri karşı olan Riyad ve Abu Dabi 2011’den bu yana farklı yöntemler ve girişimlerle devrim süreçlerini engellemeye çalışmıştır. Bu amaç doğrultusunda dış politikada daha aktif ve agresif bir tutum izleyen iki ülke 2011 öncesi pasif dış politika yaklaşımından farklı bir tutum içerisinde olmuşlardır. Yerel dinamikleri göz ardı ederek müdahaleci bir tutum benimseyen Suudi Arabistan ve BAE bölgedeki siyasi dönüşüm iradesini ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
Devrim Girişimlerini Yönlendirme Çabaları
Riyad ve Abu Dabi’nin bölgedeki demokratik taleplerle başlayan devrim girişimini kendi iktidarları açısından tehdit olarak görerek farklı bir yöne nasıl kanalize ettiği üç örnek üzerinden açıklanabilir: Bunlardan ilki 2011’de başlayan devrim hareketinin 2013’te askeri darbeyle sona erdirildiği Mısır’dır. Mısır’da ideolojik olarak kendilerinden çok farklı bir yapı olan Müslüman Kardeşler hareketinin iktidara gelmesini ciddi bir tehdit olarak algılayan Riyad ve Abu Dabi yönetimleri Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığının sona ermesi için yoğun çaba harcamıştır. Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi’nin Temmuz 2013’te gerçekleştirdiği askeri darbeyi açıkça destekleyerek bölgedeki devrimci hareketin en önemli ayağı olan Mısır’da demokratikleşme sürecinin önünü kesmeyi başaran bu iki ülke izleyen dönemde de bu politikalarını sürdürmüştür.
İkinci örnek Libya’daki siyasi dönüşüm sürecidir. Libya’da 2011’de başlayan devrim hareketi sırasında Muammer Kaddafi öldürülmüş ve ülkede yeni bir siyasi yapının inşa edilmesine yönelik girişimler başlamıştır. Bu dönemde ülke içerisindeki aktörler yeni kurumları ve anayasayı hayata geçirme gayreti içerisinde olmuştur. Ancak 2014’te ülkenin doğu bölgelerinde varlık gösteren General Halife Hafter komutasındaki güçler merkezi yönetime karşı askeri bir darbe yapmaya kalkmıştır. Bu girişimin başlıca destekçileri Suudi Arabistan, BAE ve Mısır olmuştur. Ülkede devrimci aktörlerin siyaseten güçlenmelerini engellemek isteyen bu aktörler politikalarında büyük oranda başarılı olmuşlardır. Hafter’in komutasındaki güçler BAE ve Mısır’ın askeri, Suudi Arabistan’ın da siyasi ve ekonomik desteğiyle ülkede merkezi bir hükümetin kurulamamasında en önemli rolü oynamışlardır. Gelinen noktada ülkenin siyasi geleceği belirsizliğini korurken Riyad ve Abu Dabi’nin desteklediği askeri güçlerin Libya’da demokratik bir düzenin kurulamaması adına attıkları adımları artarak devam etmektedir.
Suudi Arabistan ve BAE’nin bölge siyasetinde kaosa neden olan üçüncü bir müdahalesi de Yemen’de yaşanmaktadır. 2011’de demokratik taleplerle başlayan Yemen devrimi izleyen süreçte bir tarafta Suudi Arabistan ve BAE diğer tarafta da İran’ın desteklediği grupların mücadelesine sahne olmuştur. Bu iki blok Yemen’de iç savaşın giderek derinleşmesi ve ülkede bir insani kriz yaşanmasına neden olmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan’ın öncülüğünde 2015’te başlatılan, BAE ve Mısır başta olmak üzere bazı Arap ülkelerinin desteklediği askeri operasyon sonrasında ülkede insani durum giderek kötüleşmiştir. Günümüzde Yemen’de en az 5 milyon kişi Suudi Arabistan ve koalisyon güçlerinin ablukası nedeniyle ortaya çıkan açlık ve salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.
Riyad ve Abu Dabi’nin Agresif Politikaları
Suudi Arabistan ve BAE’nin son dönemde Ortadoğu’ya yönelik agresif politikalar izlemesinin arkasındaki iki temel neden bu ülkelerdeki liderliklerin tercihleri ve yine her iki ülkenin de ABD ve İsrail ile yakın ilişkilerinin olmasıdır. Suudi Arabistan’da Ocak 2015’te Kral Abdullah’ın hayatını kaybetmesi üzerine göreve gelen Kral Selman kısa sürede iktidar kadrolarında ciddi değişikliklere gitmiştir. Kral Selman, oğlu Muhammed bin Selman’ı önce Savunma Bakanı daha sonra da Veliaht Prens atayarak kendisinden sonra ülkenin kralı olacak kişi olarak belirlemiştir. Bu bağlamda kendisine rakip olabilecek aktörleri saf dışı bırakmak üzere adımlar atan Muhammed bin Selman ülke içerisindeki güç dengelerini ciddi biçimde dönüştürmüştür. Veliaht Prens Selman’ın bu süreçte öne çıkan bir başka özelliği ise bölgedeki çatışma ve siyasi gelişmelere müdahil olma konusundaki kararlılığıdır.
Muhammed bin Selman’ın Suudi siyasetinde etkisinin artmasına paralel olarak Riyad’ın iç ve dış siyasette daha agresif ve irrasyonel politikalar izlemeye başladığı görülmektedir. Katar’a başlatılan siyasi ve ekonomik abluka ile uzun yıllardır varlığını koruyan Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri arasındaki birlik duygusunun ciddi anlamda sarsılmasına yol açan Riyad yönetimi Yemen’de yürüttüğü operasyonlarla binlerce sivilin hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Ekim 2018’de ise Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ülkesinin İstanbul Başkonsolosluğunda öldürülmesi ve bu cinayet talimatının üst düzey Suudi yetkililer tarafından verildiği iddialarının ortaya atılması Suudi Arabistan’ın halihazırdaki liderlik kadrolarının geleceğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Muhammed bin Selman’ın Kudüs konusunda İsrail tarafında pozisyon alması ise Suudi Arabistan’ın Arap kamuoyunda itibarının zedelenmesine neden olmuştur.
Öte yandan BAE’deki liderliğin de son dönemde izlediği politikalar bu ülkeye yönelik bölgede ve uluslararası kamuoyundaki algının olumsuz yönde cereyan etmesine yol açmaktadır. Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in Libya’dan Afrika Boynuzu’na, Mısır’dan Yemen’e bölgedeki birçok ülkenin siyasetine müdahale etme girişimleri bölgesel aktörler nezdinde olumsuz karşılık bulmaktadır. Birçok yönetim BAE’nin faaliyetlerinin bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmesi yönünde sonuçlar doğurabileceğini değerlendirmekte ve bu nedenle Abu Dabi ile ilişkilerinde mesafeli bir tutum sergilemeye çalışmaktadır. Öte yandan BAE’nin bölgesel politikalarda açık biçimde Türkiye karşıtı politikalar yürütmesi de Ankara ile Abu Dabi arasında gergin bir havanın devam etmesine neden olmaktadır.
Riyad ve Abu Dabi yönetimleri stratejik hedefleri doğrultusunda kısa vadeli politikalar geliştirerek bölgede derinleşen ideolojik ayrışmalar, artan mezhepçi politikalar ve keskinleşen siyasi pozisyonların tetikleyicisi olarak görülmektedir. Bölgedeki değişim arzusunun daha fazla göz ardı edilmesi ve siyasi dönüşüm umuduyla mücadele veren kitlelerin taleplerinin dikkate alınmaması Ortadoğu’daki istikrarsızlığın daha da artmasına neden olacaktır.
Bu yazı ilk olarak Kriter Dergisinde yayınlanmıştır.